- TARİHYAZICILIĞI ÖZGÜRLEŞTİRMİYORSA ZULME HİZMET EDİYORDUR [1] -
ÜniKuir Tarih Serisi Başlıyor
“ah kaçıncı darbe bu
ah bu kaçıncı perde
anlamıyor yüreğim
gel de kendin söyle" [2]
Gündelik hayatın tüm sıradanlığı içinde uyanıp güne başlamak, kahve demleyip kendini evden dışarı atmak, bir dolmuşa atlamak, bir parkta biraz yürüyüş, sabah yağan yağmur nedeniyle yolun ortasında karşılaştığımız bir salyangozu ezilmesin diye yolun kenarındaki çimenlerin üzerine bırakmak… Bunlar bir tarih anlatısının konusu olmayabilirdi. Ancak dışsal bir gözlemci, görünmeyen bir perdenin ardından tüm bu olup biteni izleyerek bu kişinin günlük hareketleri hakkında fikir sahibi olabilirdi. Daha da dikkatli bir dışsal gözlemci, uzun süreli bir gözlem üzerine belki örüntüsel hareketler tespit edebilirdi. Bu kişi evden çıkmadan önce aynada saçını başını kontrol ediyor mu, karşıdan karşıya geçerken aceleci mi yoksa sakin mi, bir sigarayı kaç çekişte içiyor? Bu kişinin hareketleri halen daha tek başına bir anlatı için yeterli olmazdı belki ama şüphesiz varsayımsal gözlemcimize o spesifik zamanda spesifik mekânda yaşananlara dair kabaca fikir verirdi. Arka planda gözüken bir afiş, otobüsün saatinde gelip gelmediği, dolmuşa ödenen ücretin asgari ücrete oranı, dolmuşta yan koltukta oturan iki kişinin üç çocuklu dul komşuları hakkında yaptıkları dedikodu…
FRAGMAN
Tarihsel anlatı demişken, bu bilmeceyi illa geçmişte bir yerde aramak zorunda da değiliz. Dünyanın her yerinde her an insanlar uyanıyor, bir şeyler yiyor, toplu taşımaya biniyor, âşık oluyor, yas tutuyor, dedikodu yapıyor, hatta uyuyor…
Geçmişe gidemeyiz belki ama benim bir şehri, bir ülkeyi ziyaret ederken aradığım şey o şehirde kaybolmak, anlamaya çalışmaktır. İlk defa gidilen bir şehri ziyaret, o şehrin toplu taşımasına binmeden tamam olmaz diye düşünürüm. Belki orada uyanmak, oranın yerlisi olan aceleci insanlar gibi uyanır uyanmaz kendini sokağa atmak, otobüse yetişmek, tramvaya binmek, işine giden, sevgilisini görmek için sabırsızlanan insanları izlemek, trafiğin akışını gözlemekle olurmuş gibi geliyor. İşlerin nasıl yürüdüğünü görmek, bir parçası olmak, ulaşım kartı doldurmak, kartı basmak, fiyatları anlamak… Bunları içermeyen bir ziyaret, kanımca, başka türden hazlar verebilirdi ama benim meraklı zihnimi tatmin edemezdi.
“Geçmiş, yabancı bir ülkedir. Orada işler başka şekilde yürür." [3] Birinci sınıf bir tarih lisans öğrencisiyken, ilk dersimde hocamın ağzından dökülen bu cümlelerin tüylerimi nasıl diken diken ettiğini dün gibi anımsıyorum. Geçmişten bahseden her şey bir tarih anlatısı değildir. Bir dönemin portresini çizemeyen bir tarih anlatıcılığı, belki disiplinin gereklerini sağlar, ama benim meraklı zihnimce yetersiz bir hikâye anlatıcılığından öteye geçemezdi.
Pek çoğumuz geleceği merak ederiz. Gelecekte neler olacağını öğrenmek için bazen dünyaları feda edebilecek durumdayızdır. Bu yazı dizisine Perde adını verdik. Çünkü geçmişi irdelerken bulma ihtimalimiz olan pek çok şey kendine bugünden, bugünü irdelerken gördüğümüz pek çok şey de geçmişten bir sürü tanıdık hikâye çıkarır karşımıza. Neler yaşandığını bilmediğimiz bir geçmişi neler yaşanacağını bilmediğimiz bir gelecekten ayıran çok ince bir çizgi var elimizde, takvimde yazan sayılar…
Tarihe meraklı pek çok kişi neden tarihi sevdiğine dair rasyonel açıklamalar bulma ihtiyacı hisseder. Öyle ya günümüzde rasyonel gerekçelere dayanmayan salt sevgi hali güdülere dayanan ilkel bir histir ancak tarih hiç de ilkel insanlara göre olmayan entelektüel bir disiplindir. İşte bu hezeyanlar içinde tarihin neden önemli ve sevilesi olduğunu izaha girişen pek çok kimse, kimi zaman büyük laflar da ederek, geçmişini bilmeyenin geleceği şekillendiremeyeceğini iddia eder. Öylesine büyük bir klişedir ki bu, kimi zaman ciddi tarihçilerin ağzından duymak dahi mümkündür. Üstelik bu söz büyük bir itirafı da içerir aslında: Tarih politiktir! Ben bir muktedir olarak bir tarih yazdım, onu öğren ki bundan sonrasında uygulayacağım politikaları meşrulaştıracağım zemin iyice bir sağlam olsun.
Tarih politik bir alandır ve ezilenlerin tarihle alakası, sımsıkı sarılması ve çoğu zaman da ihtiyaç duyması buradan kaynaklıdır. Tüm dünya tarihini bir sınıf mücadelesi tarihi olarak özetlemek, kadın özgürlük mücadelesine Âdem ile Havva’dan kökenler aramak, Gılgamış’ı LGBTİ+ tahlilleriyle okumak; bunlar hep muktedirin elindeki en büyük silahı tersine işletmenin tezahürleridir. Muktedirin yürüttüğü politikayı temelinden sarsmaya yönelik adımlardır zira görüldüğü üzere tarih, politik bir savaş meydanıdır. Devletlerin tarih anlatılarının tarihin bir disiplin olarak dönüşümünü takip etmemesi de bundandır. Halbuki devletler açısından işler ne kadar da kolaydı modernite öncesinde, tarih üzerinden dilediğince kimlik inşa eder, hanedan meşrulaştırır, gerekirse koca imparatorluklara yok derlerdi. Marksist bir tarih, kadın tarihi, kuir tarih, sıradan insanların tarihi, kültürel tarih; bunlar muktedirin işine gelen şeyler değildir. Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma kitabına, okuduğum andan beri kendime düstur edindiğim şu cümle ile başlıyor: “Tarihyazıcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur." [4]
Muktedir tarihe bayılır çünkü her şeyin her zaman şimdi olduğu gibi süregeldiği, bugün yaşanan her şeyin eskiden de böyle olduğuna yönelik bir anlatı onun tam da bugün, tam da modern devletlerin ortaya çıktığı bu son 150 yılda en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Bizim coğrafyamızda bunu çok iyi anlayan ilk yönetici Sultan II. Abdülhamid olmuştur. Söğüt’e kazı ekipleri göndermiş, Osmanoğlu Hanedanının kökenlerini araştırmış, burada çekilen fotoğrafları gazetelerde bastırmış, büyük bir heyecanla sergilemiştir. Modern bir devletin neye benzediğini iyi bilen bir hükümdar olarak tarihe büyük ilgi duymuştur. Devr-i istibdat hükümdarının tarihe bu kadar ilgi duymasının, şüphe yok ki, muktedirin silahlarını anlama konusunda bize anlatacağı bir iki şey var.
Osmanlı Tarihi üzerine çalışmalar yürütmüş biri olarak, bu yazının giriş yazısı olmasının bana sağladığı alanı da sonuna kadar kullanarak biraz fazla uzattım lafı. Bir tarihçi olarak, tarihin neden politika üretebileceğimiz bir alan olduğunu açıklamaya girişmem, Osmanlı Tarihi’ne olan ilgim de denkleme eklenince, sonunda Abdülhamid’e kadar uzandı (ki kendime söz vermiştim bu dizide Abdülhamid’in adını geçirmeme konusunda, giriş yazısında değinmiş bulundum).
LGBTİ+ tarihi üzerine çalışmak ve bu tarihyazımı üzerinden bir politika üretmek, bazı politik sorunları da beraberinde getiriyor. Ne vakit tarihe bir bakış atsak daima üzerimize sallanan parmakları, “tarihte eşcinsellik var mıydı” gibi absürt sorular etrafında dönen vardı yoktu iddialarını, ecdadın temiz ahlakı ile şarap içip güzel erkeklerle zevküsefa eyleyen padişahlar arasında sıkışıp kalmış tartışmaları, haremde lezbiyen aşk temalı hikâyeleri, Nedim kimi Cuma namazına çağırmıştı sorularını, falanca Başbakan filanca sanatçıyla yatmış gibi dedikoduları görüyoruz. Bu da beni şahsen, ister istemez, “tarihte yoktu ben icat ettim, var mı diyeceğiniz?” zaviyesinden politika üretme noktasına getiriyor.
Gerçekten de bir insan olarak haklara sahip olup olmadığımız, 600 sene evvel yaşamış bir padişahın koynunda bir erkek olup olmamasına bağlı değil. LGBTİ+ kimlikler dün “icat edilmiş” kimlikler dahi olsa eşit haklara sahibiz ve bunu da tüm dünyaya mücadelemiz ile adım adım kabul ettiriyoruz, kaçışı yok. Varoluşumuzun meşruiyetini ispata mecbur değiliz. Nefret politikaları bazen nefesimizi daraltsa da tarihi artık biz yazıyoruz.
Bu yazı dizisi, Perde, odağına Türkiye’deki LGBTİ+ mücadelesini alacak. Perde ile Türkiye’de onlarca yıldır devam eden LGBTİ+ hak mücadelesinin yazılı hafızasına minik de olsa bir katkı sunmayı amaçlıyorum. Kimi zaman arşiv tararken yüzümü gülümseten yahut bir damla gözyaşımı pıt düşüren yazıları, görselleri, bir gazete kupürünü yahut röportajı incelerken neden böyle dramatik bir nostaljiye bürünüyorum sorusuna, naçizane bu giriş yazısında bahsettiğim cevapları buldum. Akademik bir tarihyazımı yahut koskoca hareketin onlarca yıllık portresini çizmeye girişmek gibi bir hadsizlikte bulunmayacağım. LGBTİ+ hak hareketinin Türkiye’deki tarihinden kimi anlara, kimi vakalara küçük bir perde aralayıp tıpkı yukarıda bahsedilen dışsal gözlemci gibi anlamaya çalışacağız olan biteni. Bir lubunyanın tarihin bir noktasında, gündelik hayatın tüm sıradanlığı içinde uyanıp güne başlamasına, kahve demleyip kendini evden dışarı atışına, bir dolmuşa atlamasına, bir parkta biraz yürüyüş yapmasına, sabah yağan yağmur nedeniyle yolun ortasında karşılaştığı bir salyangozu ezilmesin diye yolun kenarındaki çimenlerin üzerine bırakışına… Belki bize bir devrin anatomisini çıkarmayacak bunlar ama o spesifik zamanda spesifik mekânda yaşanan şeyleri öğrenmemize yarayabilir, yabancı bir ülke olan geçmişte işlerin nasıl ilerlediğine dair bilgiler verebilir. Bu bilgilerle ister akademik bir makale yazar, ister meraklı zihnimizi tatmin eder, ister dost meclislerinde eşe dosta satarız. Biz böyle bir yazı dizisine başladık. LGBTİ+’lar olarak uzunca bir süredir tarih yazıyoruz, şimdi biraz soluklanıp yazdığımız tarihin minicik anlarına küçük küçük bakışlar atabiliriz.
Perde serisinin ilk dosyası “Derneklerin Kökeni Üzerine: Derneğime Dokunma” başlığı ile pek yakında sizlerle…
[1] Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine (Metis Yayınları, 2017, s. 15).
[2] Nilüfer, “Son Perde,” Ne Masal Ne Rüya, 1994.
[3] L. P. Hartley, The Go-Between (New York Review Books, 2011)
[4] Kafadar, a.g.e.
Çerez Politikası
Size en iyi hizmeti sunabilmek ve reklam çalışmalarında kullanmak amacıyla sayfamızda çerezlerden faydalanıyoruz. Sayfamızı kullanmaya devam ederek çerez kullanımına izin vermiş oluyorsunuz. Çerezler hakkında ayrıntılı bilgiye Çerez Politikamız'dan ulaşabilirsiniz.