François Ozon’un “Une robe d'été" (1996) filmi üzerine...
Sheila’nın Fransızca versiyonunu söylediği “Bang Bang” şarkısı eşlikçi filmin ilk sahnelerine. Luc; şezlonga uzanmış, sonradan takacağı gözlükleriyle of çekerek müziğe ve sevgilisinin dansına katlanmaya çalışıyor. Sevgilisi o muazzam dansla bizlerin tüylerini ürpertirken şarkının sözleri, filmin izleyeceği yolu tasvir ediyor sanki:
“...beni terk ettin,
ben, kaldım.”
Luc, şezlonguna yerleşmişken çıkageliyor sevgilisi evin içinden. “Beni seviyor musun?” diye soruyor, “o yanıtı” almayacağını bile bile. Dans ediyor, açtığı şarkıyı söylüyor. “İbne müziğinden ve görüntünden bıktım, komşular bize bakıyor” diye sitem ederken Luc, “Tatildeyiz! Komşular umurumda değil.” diyor sevgili; tüm bu lafları duymaktan bıkmış, bunalmış bir ifadeyle. Dansına devam ediyor, Luc bisikletini alıp oradan gidene denk ettiği bu dans, bir yalvarma biçimine bürünüyor. Sevgilisini kollarından tutup sarmalamak, sımsıkı tutup bırakmamak arzusuyla dolsa da içi hiçbirini yapmaksızın bırakıyor onu; gitmesine izin veriyor.
Sıcak kumlar kavruk tenle buluşuyor. Bu kavruk ten, tüm albenisiyle suya teslim oluyor ardından: kalçalar, bacaklar, kollar, suret, cinsel organ... Tümü suya karışıp bedenden ayrılıyor, suda ruhsuz bir bütün halini alıyor. Kumların, suyun yarattığı bu ıslak vücuda yapışmasıyla güneş, henüz 18’indeki bu teni kavurmaktaki ısrarcı tutumuyla gökyüzünün hükümdarı olmuş. Tek kişiyi yakmaktan bunalmış, bir ten daha kavurmanın düşünü kurarken bir yabancı geliyor çıplak ayaklarıyla sıcak kumlara bata çıka. Luc’tan çakmak istiyor, ona yaş soruyor... “Çalılıklara gelsene benimle, sevişmek istiyorum.” sözleriyle kapatıyor ağzını. Çalılıklara gidiliyor, yalanlar söyleniyor, sevişiliyor. Sevişme ertesi yalanlar bir bir itiraf ediliyor. “Küçük bir ibne” olarak gayet güzel seviştiğini söylüyor bu yabancı, Luc’a. Çalıların hışırtısı, ikilinin gidişine bir fon müziği olacak cinsten.
Sıcak kumlarla ayaklar yeniden buluşurken, Luc’un kumlara emanet ettiği giysilerinden hiçbir eser olmayışıyla tenleri yakan güneşe, güneşe parıldayan kumlara ve olağanca berraklığıyla gözlerin içine bakan suya bir gerginlik hükmediyor. Luc ne yapacağını bilmez halde bir oraya bir buraya bakarken yabancı, çıkarıyor elbisesini çantasından “Al” diyor “Bunu giy.” Kimlikler, roller, basmakalıp kurallar, yalan hayatlar, süregelmiş tabular... Tüm bunlar bir kıvılcım başlatarak Luc’un zihnini yakıyor, kül bırakıyor geriye. Tabular, roller, kimlikler bir bir uçup gidiyor zihinden. Hafifliyor zihin; bir kuş tüyüne bürünürcesine hafif fakat bir yandan da taşıdığı yükler sırtını kamburlaştırmış, ne yapsa bu ağırlığı atamayacağını biliyor. Bir çırpıda giyiliyor elbise, biniliyor bisiklete; evin yolu tutuluyor. Yabancıya bir söz veriliyor elbise giyilirken: ertesi gün elbise, ait olduğu bedene geri verilecek.
Rüzgar, savuruyor elbisenin üzerindeki çiçekleri birer birer. O kimliksizliğiyle çiçekler, konuyor bir başka elbiseye, oradan diğerine, diğerine... Ait hissedilen veya ait hissettirilmeye çalışılan kimliği yok mu ediyor bu çiçekler? Kondukları her giysiyi kimlik çatışmasıyla baş başa mı bırakıyor? Ya da bu elbise, sergilendiği her bedeni aynı kimliğe mi bürüyor? Luc, giydiği tişört ile yeterince “erkek” iken tişörtün boyu uzayıp genişliği artınca ha bir de üzerine çiçekler eklenince bu Luc eskide mi kalıyor?
Bisikletine neşe katacak cinsten gülümsüyor Luc, sırıtıyor. Yüzünde elbisenin bedenini sarmasının tebessümü, zihin yakan tüm düşünceler ise terk etmiş bu bedeni. Evin düz duvarlarına bir renk olan bu elbiseyle giriyor eve Luc. Sevgili, elbiseyle ilgili bir tane bile soru sormadan, durumu yadırgamadan, ne olup bittiğini merak etmeden geliyor Luc’un yamacına. Luc’un “ibne müziği” diyerek dinlemeye dayanamadığı şarkı bu sefer onun diline dolanıyor. Sevgiliyle hiç mesafesiz birlikte söyleniyor bu şarkı:
“...onlu yaşlardaydık ve oyunlarımız aynıydı.
Hırsız ve polis.
Tam kalbimi hedef aldın.”
Sevişiliyor, öpüşülüyor... Elbisenin ait olduğu bedene geri verileceği güne uyanılıyor en sonunda. Luc hızla giyinirken sevgili uyanıyor. Tebessümün kapladığı suretiyle ne bir şey soruyor, ne de bir şeyi merak ediyor. Dönüp arkasını, devam ediyor uykusuna kaldığı yerden. Elinde elbise, koşar adımlarla bisikletine atlıyor Luc; geç kalmamalı yabancıyla belki de bu son buluşmasına. Boynuna bağladığı elbise, rüzgarda dans eden saçları, güldüğünde çizgilerin belirdiği o güzel suratı... Yabancının yanına varıyor, elbiseyi uzatıyor geri vermek için. “Sende kalsın. Belki işine yarar.” cevabını alışıyla elbisenin ait olduğu “bir” beden olmayışı dank ediyor belki de kafasına. Benim, senin, onun, kızın, erkeğin, şunun, bunun, babanın, çocuğun, kardeşinin bu elbise. Tek bir bedene, sıralanan bu kişilerin yalnız birine ait değil. Luc, elinde kimseye ait olmayan bu çiçekli elbise, yüzünde ayrılacak olmanın burukluğu ile veda ediyor yabancıya. Başlar ortada buluşuyor, kollar bedenlere sarmalanıp dudaklar bir oluyor. Yabancı geçip gidiyor yanından onun, Luc bakakalıyor arkasından. Yabancının gemiye binmesiyle o son veda gerçekleşiyor; Luc kalıyor, yabancı ise gidiyor.
...sabah
yeni doğmuş bir çocuk. çirkin ve sisli
vurdukça ilk ışıkları penceremden içeri
kımıldaşır içimin ölü dolu coşkusu
güneş bir ürkekliği gizliyemez
ne olsa çözülmez yüreğimin kuşkusu
gün. o sevecen çığırtkan
beni yeni bir oyuna çağırıyor
arkadaş z. özger
---
ÜniKuir medya portalında yayınlanan köşe yazıları, yazarlarının sorumluluğundadır. Yazıların unikuir.org adresinde yayınlanmış olması, ÜniKuir'in metindeki görüşleri desteklediği anlamına gelmemektedir.
---
Çerez Politikası
Size en iyi hizmeti sunabilmek ve reklam çalışmalarında kullanmak amacıyla sayfamızda çerezlerden faydalanıyoruz. Sayfamızı kullanmaya devam ederek çerez kullanımına izin vermiş oluyorsunuz. Çerezler hakkında ayrıntılı bilgiye Çerez Politikamız'dan ulaşabilirsiniz.