"Ne kadar geçti orada öyle bilmiyorum, benim için bütün çocukluğum kadar bir süreydi."
Birkaç sene oluyor, Boğaziçi Üniversitesi kulüplerinden birisi Hisarüstü’nde yaşayan çocuklar yararına bir proje yürütüyordu. Mahallede yaşayan ve özel ders alma imkânı bulunmayan orta okul öğrencileri hafta sonları Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi dersliklerine geliyorlardı ve burada Boğaziçi öğrencisi öğretmen adayları tarafından verilen dersleri dinliyorlardı. Ben bir parçası değildim bu projenin, zaten öğretmen de değilim. O gün bir arkadaşım aradı, 8. sınıfa giden çocukların İnkılap dersine giren arkadaş rahatsızmış ve son dakika belli olmuş. Gelip bir şeyler anlatabilir miyim diye sordu, hayır diyemedim. Hem ne olabilirdi ki, en fazla boş geçmesi beklenen bir derse girip hiçbir şey anlatmayan nöbetçi öğretmen gibi olurdum. Tabii, o sınıfta kiminle karşılaşacağımı henüz bilmiyordum…
Hızlı bir brifing aldım sabahında okulun önünde, geçen hafta tam 1. Dünya Savaşı’nın başlangıcında bitmiş konular. Ben de harbi tarihçiyim ya, gireceğim sınıfa, rak rak rak, koca harbi 1 saatte anlatacağım. Normalde dersi veren kişi rica etmiş, konularda ilerleyemesem bile en azından Mustafa Kemal’in askeri kariyeri açısından Çanakkale’nin önemini anlatmalıydım. Canım ne var bunda, tam da benim konum…
Sınıfa girdim, kendi 8. sınıf zamanlarım geldi aklıma. O zaman bir hocanın ne yapması bana havalı gelirdi, bunu düşündüm. Hiç kelime etmeden tahtaya bir kelime yazıp öğrencilerin yüzlerine bakmak… Bunu yapacaktım. Merak uyanacaktı öğrencilerde, neden bunu yazdı acaba diyeceklerdi, birbirlerine bakacaklardı. Tam sınıfa girecekken de elime mavi bir top sıkıştırdı projeyi yürüten arkadaşlardan biri. Konuşma topuymuş o, o kimdeyse söz onunmuş, sınıf kuralıymış bu da. Heh dedim, işte bu! Ben konuyu biliyorum ama eğitim bilimlerinden anlamam, iyi oldu bu tüyo… Çok kolaydı ya öğretmenlik, boşuna alınıyor o kadar pedagojik formasyon zaten! Şimdiden dönüp geçmişe bakınca, benim en başta o gün o işin altından kalkabileceğime inanmam mı yoksa bunu yaparken bir yandan da aşırı havalı olabileceğimi düşünmem mi daha cahilce bilmiyorum.
Sınıfa girdim, günaydın dedim. Herkes suspus oldu, dik dik bana bakıyorlardı kim bu diye. Öğretmen masasına yaslandım, “Ben” dedim, “Şebin, Tarih Bölümü öğrencisiyim, bu hafta hocanız gelemedi, bugün beraber bakacağız konulara, ama önce tanışalım". Mavi topu en ön soldaki öğrenciye verdim. Herkes adını söyledi. En arkadaki topu bana fırlattı, yakalayabildim. Sonra esas planıma geri döndüm. Tahtaya kocaman, ama kocaman “MODERN” yazdım. Öğrencilere döndüm, sessizlik hakimdi. 15 saniye kadar sonra “Nedir modern?” dedim. Aşırı küçük olan sınıfta gereksiz gereksiz dolaşmaya başladım. “Doğru cevabı yok bunun, ne geliyor aklınıza ilk?” dedim, sonra mavi topu bir öğrenciye fırlattım ortalardan. “Araba” dedi. Mavi topu bir arkadaşına fırlatmasını söyledim. Gelen cevapların hepsini hatırlamıyorum ama işte şarkıcılar dendi, uçak dendi falan filan… Sordum: “Modern olmayan araba nasıl oluyor?”. Bir tanesi anlıyordu sanırım, hidrolik falan bir şeyler dedi; ben de anlıyormuş gibi yaptım. “Otomatik vites, mesela, modern dönem öncesi arabalarda yokken artık var ama buna kademe kademe geçildi, bir gün kalkınca herkesin arabası otomatik vitese dönüşmedi, değil mi?”. Hele hele hele, analoji diye ben! Ama kafalar sallandı, bir frekans yakalanmıştı. Tamaaaaam… Gelmek istediğim yere yaklaşmıştım.
Tahtaya döndüm, MODERN yazısının altına DEVLET yazdım. Aklımdaki akış şuydu: “Eski devletleri kafanızda canlandırın, devlet okulları, hastaneler var mıdır sizce?” falan diyeceğim; sonra devletlerin modernleşme dönemlerinde merkezileşme eğilimlerini anlatacak, bunun neden 19. yüzyıla denk geldiğini devlet aygıtları ve gelişen tekniğe bağlayacak; bir miktar boş yaptıktan sonra “işte o Askeri İdadi, rüştiye falan okullar var ya, bu okullar işte onlardan” diyerek hikayeyi Mustafa Kemal’in Osmanlı okullarında eğitim görmüş olmasına bağlayacaktım. Üfff, muhtemelen o çocuklar için hayatlarının en sıkıcı dersiydi ama benim için her şey çok iyi gidiyordu, çözmüştüm bu işi. Kafamda kurduğum plan işlemiş, varmak istediğim yere getirmiştim çocukları. Şimdi yine çocuklara dönüp bu sefer “modern devlet” denince akıllarına ne geldiğini soracaktım.
Sınıfa döndüm, “Top nerede?” diye sordum. Neredeyse bütün çocuklar dersin başından beri bu soruyu bekliyormuş gibi aniden tek bir çocuğu işaret ettiler şahadet parmaklarıyla. En önde oturan sessiz sakin bir çocuk… Top onda sandım, ona baktım; ama o utana sıkıla yere bakıyordu, yüzünde iğrenir bir ifade vardı herkesten ve her şeyden. İşte o an kaynar sular döküldü başımdan aşağı. O an zamanda yolculuk yaptım, o an geçmişi ve hali aynı karede yaşadım. Kendi çocukluğumun yüzüne bakıyordum, dondum kaldım.
Ne kadar geçti orada öyle bilmiyorum, benim için bütün çocukluğum kadar bir süreydi. Neden sonra gözlerimle mavi topu buldum, gülüşmeler devam ediyordu. Mavi topu elinde tutan öğrenciye doğru yürüdüm ve elimi uzatarak topu ondan aldım. Öğretmen masasına döndüm, yaslandım, sessiz sessiz öğrencilere bakmaya başladım. Onlar gülüşürken benim çocukluğum en önde ellerini göğsünde kavuşturmuş sıkıla sıkıla camdan dışarı bakıyordu. Bu laf ilk kez orada edilmemişti, markete giderken, okuldan eve dönerken, bir sınavdan yüksek not aldığında, ağladığında… Her zaman bunu duyuyordu. Kahvaltı yaparken aklına geliyordu insanların onunla nasıl dalga geçtiği, uyurken bunu düşünerek uyuyordu. Cennet Mahallesi izlerken “kırık birinden” kan aldığı için “yumuşak” olan Yunus’un hareketlerine gülen annesi, aslında ona gülüyor gibi geliyordu her seferinde. Zaman farkı nedeniyle televizyondan değil belki ama YouTube’dan izlediği Sihirli Annem’de Dudu Yavuz’a kızdığı için onu bir “travestiye” çeviriyordu ve ilk kez orada öğrendiği travesti kelimesi hakkında günlerce düşünüyor, bir sonuca ulaşamıyordu. Ben o çocuğun orada ne düşündüğünü, ne hissettiğini o kadar iyi biliyordum ki…
Peki ben ne yaptım? Senelerce bana zorbalık yapan çocukların yaptığı eziyeti görmedi, ağzını açıp tek kelime etmedi diye onlarca öğretmenine sitem duyan, onlardan nefret eden ben… Kaşlarımı çattım, öksürük sesi çıkardım, topu çantama fırlattım ve monoton bir şekilde 1. Dünya Savaşı anlatmaya başladım. Öyle ki sanki o zorbalığı yapanlara değil de o çocuğun orada olmasına kızmışım gibi davrandım. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilememek beni hiçbir şey yapmamaya itti. İşte Osmanlı savaşta yanlayacak yer aradı, sonra Yahşi Cazibe’deki komploları aratmayacak basitlikte bir planla Almanya’nın başına kaldı derken ders bitti. Herkes dışarı koştu, ben kaldım öğretmen sandalyesinde. Çocukluğumla karşılaşmış ve hiçbir şey yapamamıştım. Projeyle ilgilenen arkadaş geldi, “Nasıldı?” diye sordu. “Çay içelim mi Kuzey Kantin’de?” dedim, anlattım olayı. Ben rehber öğretmen arkadaşa danışırım dedi, çay bitti, o gitti. Kampüs her zamanki kampüs, hava her zamanki hava, gelen geçenler her zamanki insanlar…
Diyorum ya, tarihçiyim, o kadar şey var ki merak ettiğim… Ama benim bir zaman makinem olsa, sadece ama sadece tek bir seyahat hakkım olsa… Hiçbir yere, hiçbir zamana değil, kendi çocukluğuma giderim. Sımsıkı sarılırım ona, “Merak etme” derim, “her şey yolunda, sen seninle dalga geçen o pisliklerin hepsinden çok daha iyisin. Hiç ağlama, hiç utanma! Olur mu? Onur duy kendinle…”
Ve ben ömrümün şu anında, bir yanda çocukluğumu baştan sona inkâr edenlere öfkem doruktayken, kitaplığımdan gözüme ilişen o hatıraya, mavi topa bakarak bu satırları yazıyorum…
Şebin
Ankara
---
ÜniKuir medya portalında yayınlanan köşe yazıları, yazarlarının sorumluluğundadır. Yazıların unikuir.org adresinde yayınlanmış olması, ÜniKuir’in metindeki görüşleri desteklediği anlamına gelmemektedir.
---
Çerez Politikası
Size en iyi hizmeti sunabilmek ve reklam çalışmalarında kullanmak amacıyla sayfamızda çerezlerden faydalanıyoruz. Sayfamızı kullanmaya devam ederek çerez kullanımına izin vermiş oluyorsunuz. Çerezler hakkında ayrıntılı bilgiye Çerez Politikamız'dan ulaşabilirsiniz.