
Dezenformasyon yasası evet, gazeteciler üzerinde çok etkili oldu. Onlar hedeflendi ama bence asıl dile getirilmeyen hedef, sivil toplum örgütleriydi.
Beyazıt'ta yıkılan korku duvarının ötesinde, hepimiz için adil ve özgür bir Türkiye için söz alan Enes, 5 Ağustos'tan beri tutuklu yargılanıyor. 19 Marttan beri Türkiyeli gençler demokratik hakları için mücadele etmekten de bedel ödemekten de geri durmuyorlar. Her şeyin, baskıya ve direnmeye dair, bir arada ve birikerek ilerlediği bu tarihsel bağlamda, sorularımızla hak savunucularının, gazetecilerin ve akademisyenlerin kapısını çaldık.
Bu serinin ikinci röportajını ÜniKuir gönüllüsü Şerife, Berrin Sönmez'le gerçekleştirdi.
Şerife: Öncelikle bizimle buluşmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Bize, özgürlük isteyen gençlere, kendinizi nasıl tanıtırsınız?
Berrin Sönmez: İnsan hakları, kadın hakları aktivisti, çocuk hakları alanına da eğilen birisi olarak, şiddetle mücadele de dahil olmak üzere pek çok insan hakları alanında çalıştım şimdiye kadar ve çalışmaya devam edeceğim.
Şerife: Enes’e karşı oluşturulmaya çalışılan karşı kamuoyu ve son protestonuz ardından size de gelen tepkilerin ilham verdiği bir sorum var. Sizce iktidar, ifade özgürlüğüne yönelik kısıtlamaları meşrulaştırmak için toplumsal düzeyde nasıl bir rıza inşası gerçekleştiriyor? Bu süreç, toplumun düşünce ve ifade kültürünü nasıl etkiliyor?
Berrin Sönmez: İktidar uzun süredir ve artık herkesin öğrenmiş olması gereken, ama ilginç bir şekilde fark edenlerin sayısının çok fazla olmadığı bir taktik izliyor. Öncelikle algı, her şeyin bir algı operasyonuna dayanması, olguları yok saymak ve bu olguları algıyla tersine çevirmek ve toplumda böyle bir hafıza yaratmak isteği üzerine kurulu. Tersine çevrilmiş bir olgunun yarattığı algıyı hafızalara nakşetmek istiyor. Bunu sürekli yapıyor iktidar ve düşünce ile ifade özgürlüğü karşısında da dezenformasyon yasasını çıkardılar. Daha buna benzer pek çok yasa — ki demokratikmiş gibi görünen mevcut yasalarımıza da uymadıkları hâlde, yeni yasalarla toplumun bilgi edinme hakkını engellemek yoluna gidiyorlar. Düşünce ve ifade özgürlüğü, kişinin kendisini ifade etmesinin ötesinde, toplumun da olayları değerlendirirken çok yönlü bilgi edinmesini sağlar. Bu, doğru değerlendirmenin kapısıdır aslında. Ama iktidar bu kapıyı kapalı tutuyor ve sadece kendi söylediklerinin tek gerçek gibi anlaşılmasını istiyor.
Evet, öyle bir meşrulaştırıcı politika uygulanıyor. Toplumun geneli, tüm haberlere farklı kanallardan, farklı bakış açılarından izlemeye vakit ayıramıyor. İnsanların şu ekonomik ortamda hayatta kalmak gibi bir mücadelesi var. Yaşamını sürdürebilmek için çabaladığı bir mücadele söz konusu ve tüm kanalları, farklı görüşlerdeki yazarları izlemeye ya da okumaya fırsat bulamadıklarını düşünebiliriz. Zaten fazla okuyan bir toplum da değiliz. Dolayısıyla, izledikleri alışkın oldukları tek kanallardan devam ettiklerini düşünmek gerekir. Tabii bunun değiştiğini de görebiliyoruz. Şunu görüyoruz ki iktidara yakın kanalların izlenme oranlarının, reytinglerinin düşük olduğunu; ama insanların artık haberleri YouTube gibi daha bağımsız kalınabilen yerlerden almakta olduğunu gözlemliyoruz. Fakat yine de ana akım kanallar denilen — eskiden ana akım olan, şimdi ise iktidara daha yakın duran kanallar — hâlâ izleniyor.
Haberleri oradan izlediklerinde, Enes hakkında ne düşündüler? Enes aslında Avrupa Parlamentosu’nun gençlik delegesi olarak oradaydı. Bu, Türkiye’nin resmi olarak tanıdığı ve onayladığı bir yapı ve orada resmi bir delege bulunuyordu. Yani kurumlar bunun farkındaydı, biliyorlardı. Enes, orada İmamoğlu üzerine — bildiğim kadarıyla İstanbul Belediyesi operasyonları üzerine — bir oturum olduğu için, olanları anlatıyordu. Fazlası yok, yanlışı yok o konuşmada. Ama eksiği var tabii ki; kısa bir konuşmada, tüm delegelerin söz hakkıma sahip olduğu bir yerde, belli süre sınırı içinde konuşma yaptı. Eskilerin dediği gibi, “Efradını cami, ağyarını mani” — tam söylenmesi gerekenleri söyleyip fazlalıkları bir kenara bırakmış olarak etkili bir konuşma yaptı. Gerçekten çok etkili bir konuşmaydı ve sanıyorum Enes’e olan bu tavır sadece kuir kimliğinden ve temsilciliğinden değil, aynı zamanda sözlerinin çok etkili olmasından kaynaklanıyor.
Çünkü iktidar kanadından — ben takip ederim yazarlarını — “tiyatral konuşmuş” vesaire gibi eleştiriler var. Söylediklerinin yanlışlığına dair hiçbir şey yok. Sadece, ülke dışına ülkenin şikâyet edilmesi… Oysa siz bu ülkede güzel şeyler yapın, bütün insanlar bu güzellikleri anlatsın; önemli olan bu. Ve düşünce ile ifade özgürlüğüne karışmayın. Karışmayın. Bunu engellediğiniz ölçüde toplum gerçek bir sosyal çürüme içine düşüyor. Bunun karşısında durmak gerekiyor. Herkes bulunduğu yerden bir şekilde bu konuya müdahil olup düşünce ve ifade özgürlüğünü korumalı ki bu, topluma yapılabilecek en güzel hizmettir.
Şerife: Dezenformasyon yasası, 19 Mart sonrasında ifade özgürlüğü veya sokak hakkı gibi temel haklarını kullanan gençleri özellikle hedef almaya başladı. Bir yazınızda, Rusya örneği üzerinden “muhalefetsizleştirilmiş toplum” ifadesini kullanıyorsunuz. Bu yasanın uygulanmasının yaygınlaşması, bizi o bahsettiğiniz muhalefetsizleştirilmiş topluma götürür mü?
Berrin Sönmez: Ben İzmir’de, şimdi ismini hatırlayamadığım bir sokak röportajı konusundan itibaren bunu düşünüyorum. “Korku İklimine Çeyrek Kala” diye yazmıştım o zamanlar. İnsanların sokaklarda rahatça düşüncesini ifade etmesinin, tepkisini vermesinin, beğenisini aktarmasının vesaire önüne geçecek bir şey bu dezenformasyon yasası. Hemen her şeye “dezenformasyon” diyorlar ama biliyoruz ki pek çok söylenenin doğruluk payı yüksek. Hepsini teker teker açıp incelemeden “hepsi çok doğru” diyemeyiz ama doğruluk payı yüksek şeyler söylendiğinde rahatsız oluyorlar.
Halkın, iktidarın yaptıklarına tepki gösterme hakkı muhalefetin bir parçasıdır. İktidara tepki göstermek, muhalif olmak ya da keskin bir tarafta olmak demek değildir. Karşı görüş belirtmektir muhalif olmak. Bir karşı görüş; yapılan bir eyleme, harekete, duruşa ya da söze karşı görüş belirtmek… Buna bile tahammül edemediler ve sokak röportajlarını kısıtlama yoluna gittiler. Hatta konuşan arkadaşı tutukladılar. Bu, o andan itibaren değil, ondan önce de başlamış olan bir şeydi aslında.
2019’dan itibaren “muhalefeti parçalama, muhalefeti ayrıştırma” gibi ifadeler kullanılmıştı. Burada muhalefet partileri kastedilmişti. Muhalif partilerin birbiriyle anlaşmasını, ortaklaşmasını engellemek yoluna gidecek bir politika izleyeceklerini işaret etmişlerdi. Sonrasında 2025’in şubat ayında kongrede yine şu söylendi: “Muhalefeti dönüştürme görevimiz var. Muhalefeti dönüştürme görevimizi yapmaktan asla kaçınmayacağız.” Cümle tam olarak böyleydi diye hatırlıyorum. Bu, benim çok tepkimi çeken meselelerden biri. Yani “ülkeyi muhalefetsizleştirme” derken kastettiğim bu.
Hem halkın tepki verme direncini kırmak, halkın sessiz kalmasını sağlamak, korkutarak susturmak; hem de siyasi partiler açısından bakıldığında, örgütlü muhalefet alanında muhalefet partilerinin — sanki muhalefetmiş gibi görünen ama iktidar alternatifi yaratamayacak güçte olan — yapılar hâline gelmesi… Suudi Arabistan’da da muhalefet var, mesela Rusya’da da muhalefet var ama hiçbirisi iktidar alternatifi yaratabilecek güçte değil. İşte İBB operasyonlarını da CHP’ye açılan davaları da bu çerçevede, iktidar alternatifi olacak bir muhalif partinin önünün kesilmesi, daha fazla güçlenmesinin engellenmesi olarak görüyorum.
Ama tüm bunlar arasında şunu da belirtmemiz gerekiyor: Dezenformasyon yasası evet, gazeteciler üzerinde çok fazla etkili oldu. Onlar hedeflendi ama bence asıl dile getirilmeyen hedef, sivil toplum örgütleriydi. 2011’den itibaren sivil toplum örgütlerinin giderek güçlerinin kırıldığı, ana akım medyada ve iktidara yakın medyada konuşmalarının yasaklanması, medyanın bu alanlara ilgisizleşmesine yol açan girişimler hep oldu. Sivil toplum değersizleştirildi. Oysa demokrasinin en önemli özelliği güçlü, etkin, bağımsız ve hak temelli sivil toplum yapılarıdır.
Ne var ki bizim ülkemizde daha çok hemşeri dernekleri var; orada düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsedilmiyor. Ama hak temelli sivil toplum örgütlerinin — gerek yasaların değiştirilmesi (Dernekler Kanunu vesaire), gerek toplumda itibarsızlaştırılması ve değersiz görülmesinin sağlanması yoluyla — sürekli güçleri zayıflatılıyor. Dezenformasyon yasası da sivil toplumun bu gittikçe zayıflayan gücünü tamamen kırma anlamına geliyor.
Burada özellikle kadın örgütlerinin “fonlanan kuruluşlar” diye suçlanması, LGBTİ+ örgütlerinin hedef alınması dikkat çekici. Yani “tamam, kadınlar haklarını savunsun, LGBTİ+’lar var olsun ama ortaya çıkmasınlar, dernek kurmasınlar, mücadele etmesinler” deniyor. Demokratik haklarını kullanmalarına itiraz ediliyor. Kadınların, LGBTİ+ örgütlerinin ve çocuk hakları savunucularının — çocuklara yönelik saldırılar ve yanlış çocuk politikalarına, yanlış eğitim politikalarına itiraz ettikleri için — susturulmaya çalışıldığını görüyoruz.
Varlıkları olsun, tamam, ortadan kaldırmayacağız; ama demokratik haklarını kullanıp toplum önüne çıkmasınlar. Böyle yaptıklarında ise “propaganda yapıyorlar” şeklinde toplumun zihnine bu görüş yerleştirilmeye çalışılıyor.
Oysa toplumun sadece siyasetçilerden öğrenebileceği şeyler de var. Sadece iktidardan öğrenebileceği şeyler de var. Ama aynı zamanda, sadece sivil toplumdan öğrenebileceği şeyler de var. Çünkü sivil toplum, iktidardan ve örgütlü siyasi partilerden bağımsız olarak, halkın içindeki duygu ve düşünceleri yurttaşlardan, bireylerden daha rahat öğrenebiliyor ve bunları aktarmaları da daha kolay oluyor.
Biz örgütler olarak rahatlıkla dışarı çıkıp, istediğimiz anda, hiç izin almaksızın, istediğimiz yerde, istediğimiz barışçıl eylemi kimseye hakaret etmeden — yani düşünce ve ifade özgürlüğünün çizmiş olduğu meşru sınırlar içerisinde, kimsenin özel alanına, kişiliğine vesaire saldırmadan — yapıyoruz. Bunları, yasadan ve anayasadan aldığımız güçle yapıyoruz. Fakat anayasa maalesef askıda gibi bir durumda; düşünce ve ifade özgürlüğünün etkin bir şekilde, tam ihtiyaç anında tepki verilmesi gereken anda kullanılmasını önleyecek şekilde engeller konuyor.
“İzin almadığın” gerekçesiyle önleniyor veya şurada halkın göremeyeceği izbe köşelerde, küçücük meydanlarda, kimsenin gelip geçmediği bir alanda eylemlere izin veriliyor. Ama o alanlarda bile, 10, 15, 40, 50, 100, 150 ne kadar sivil toplum mensubu, gönüllü, çalışan varsa, onun birkaç katı polis görüyoruz. Bir kadının üzerine 10 polisin birden çullandığını gördüğümüz eylemler de maalesef var. Aynı zamanda coplar, gazlar, su sıkmalar… Yani şunu söylemek istiyorum Enes’in söyledikleri de tam olarak buydu ve olanlar da tam olarak bu.
Şerife: Sizce “Aile Yılı” olarak tanımlanan politikalar ifade özgürlüğünü nasıl etkileyecek? Giderek artan baskı fırtınası ile bu politikalar arasında bu bağlamda bir ilişki görüyor musunuz?
Berrin Sönmez: Evet, şimdi şöyle: İktidarın aile politikası tamamen biyopolitikasıyla, beden politikasıyla ilişkili. Burada tabii, hak temelli duruşları engellemek üzere bir politika yürütüleceğini öngörebiliyoruz. Benim en çok aile konusunda söylediğim şey şudur: Aile kelimesini şifre sözcük olarak kullanırlar. Burada, erkek egemenliğini tahkim etmek anlamına gelir. O aile şifresi, “ailenin güçlendirilmesi” vesaire dediğinde, erkek egemenliğini yeniden güçlendirelim diyorlar diye anlıyorum. Bu benim bakış açım, kişisel görüşüm ve bunu da yazıyorum.
Bu aile politikası, yani gerçekten evli olan, evlenmek isteyen, çocuğu olan, çocuk sahibi olmak isteyen insanlara yönelik bir destekmiş gibi sunulmaya çalışılıyor; fakat bunun böyle olmadığını gösteren çok işaret var. Özellikle erkekleri, aileleri göreve çağırıyorlar. İşte aile reisliğini yeniden geri getirmek gibi yasada bir girişimleri olacak mı? Ondan emin değiliz ama olabilir. Bu yakın tehlikelerden birisi olabilir çünkü Adalet Bakanı da çok yakın zamanda bir ilçede konuştu ve “aile hukuku sil baştan yazılacak” dedi.
Bunu yaklaşık iki yıl kadar önce de Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ile ortak yaptıkları bir çalıştay — aile hukuku çalıştayı adı altında — kapsamında yapmışlardı. Oradan alınan fonlarla gerçekleştirilmişti. Hani sivil topluma hep “foncu” derler; oradan aldıkları fonlarla aile hukuku çalıştayı yapmışlardı. Beş yıl boyunca süren bir çalıştaydı; kapanışında ancak toplumun gündemine gelebilmişti. Orada da “aile hukuku sil baştan” lafını kullanmıştı ama ya zamanlamaları uymadı ya da tepkilerimiz onları durdurdu, geri adım attırdı. Bu önemli bir şey: Toplum tepki verdiği zaman geri adım atabiliyorlar ama yok etmiyorlar. Sümen altı edip, bir zamanlama yapıp tekrar karşımıza çıkarıyorlar. Bütün yasalarda böyle oldu. İşte Zeytinlik Yasası da dokuz kere geri çektirildi ama onuncusunda kabul edildi.
Bunu yapıyorlar; o yüzden tepkimizin daha güçlü, ortak sesimizin daha yüksek ve kararlı görüşlerimizin ne olursa olsun, demokrasi, hukuk, adalet müşterekleri üzerinde hepimizin birleştiği yerde birlikte mücadele etmeliyiz. Sonra, biz demokrasiyi inşa etmeyi, yeniden kurmayı başarabilirsek, sonrasında görüş ayrılıklarımız üzerinde gerekirse birbirimizle kavga edebiliriz; yani o mesele değil. Önemli olan, demokrasiyi yeniden inşa etme çabası.
Burada iktidar bir teopolitik inşa içerisine girdi. Biz, demokratik bir inşa için karşı duruşu hep birlikte yapmak zorundayız.
Şerife: Bize ayırdığınız zaman için çok teşekkür ederiz. Bitirirken Enes'i ve yargılanan, tutuklanan arkadaşlarını bekleyen gençlere ne söylemek istersiniz?
Berrin Sönmez: Yani aslında 19 Mart’tan itibaren gençlerin yaptığı o İstanbul Üniversitesi'nden çıkma hareketi, tam İstanbul Üniversitesi’ne yakışır şekildeydi. O hareket ve diğer pek çok üniversiteden gelen desteklerin akması muazzam bir şeydi. İzlerken o kadar içim genişledi ki, Allah dedim ya, bu ne? Bizi tekrar harekete geçirecek; öyle de olacak gibi görünüyor, olur inşallah.
Bunun sonrasında gençlerin dağılması tabii ki orda, zaten çok darbeler yediler. Barikat yıkmak kolay bir şey değil; bunları biliriz kendi gençliğimizden, biz de yetmişlerden. Ama o başarıyı elde etmeleri harika bir şey. Böyle bir başarının, öz güvenin, kendi için değil, tüm toplum için ve adalet ile hukuk için yapılması — haklarını korumak için yapıyor olmalarına karşı iktidarın gösterdiği tavır asla kabul edilemez.
Gençlerin birçoğu hâlâ cezaevinde. Yok yere bayramı ailelerinden uzak, kapalı yerlerde geçirdiler; hak etmedikleri muameleler, işkenceler ve yani işkence diyebileceğimiz tacizler gördüler. Bunların bu ülkede yaşanması kabul edilebilir şeyler değil. Bunların yaşanmadığı bir ülke için, gençlerle, benim kuşağımla hep beraber hareket etmemiz gerekiyor. Hala hapishanede olan gençler var ve yenileri ekleniyor; Enes de eklendi. Bir iddianame yazıldı mı, Enes hakkında onu bilmiyorum ama hakikaten tutuklu yargılamanın usul hâline geldiği bu ortamda, atılı suçlar kesinlikle kimseyi — en azından benim gibi düşünen pek çok kişiyi — ikna etmiyor. Atılı suçlar, yapılan eylemle ve sözle uyumlu değil maalesef.
Hüda Kaya’yı hatırlar mısınız? Hüda Kaya da savcılıktan soruşturma açıldığını, ifadesinin alınacağını öğrenmişti. Savcılığa kendisi defalarca gitmiş, “Şu tarihte yurt dışına çıkacağım. Ondan önce ifademi vermek istiyorum, bir randevu belirleyelim” falan filan… Hiç cevap vermemişler; ama tarih geldiğinde, çıkarken kaçıyor diye yakaladılar. Bu haksızlıklar, hakikaten yalan siyaseti ile nereye kadar gidebilir bir ülkede? Yalan siyaseti ile gidilecek yer gerçekten bir kör kuyudur. Bundan vazgeçilmesi gerekiyor; hukuka dönülmesi gerekiyor ve demokrasiye — Enes için ve Enes gibi gençler için.
Onların içeride olduğunu bilip de dışarıda yaşamak gerçekten ayrı bir vicdan yükü oluyor. Hepimizin üstünde, onları çıkarmak için yapılması gerekenler var; yapılabilecek, yapacak insanlar da var. Ama iktidar bunların hiçbirini dinlemediği için boykotlar, eylemler… Bunların her biri deneniyor, denenmeye de devam edilmeli ve daha kalabalık olmalı. Diğer yandan da iktidara geri adım attıracak bir yol bulmak zorundayız. Bunun üzerinde hep beraber düşünmemiz gerekiyor, haklarımızı yeniden kazanabilmek için.
Enes’e de bu arada sevgiler; bütün cezaevinde olan gençlere, bürokratlara, belediye başkanlarına vesilenizle selam göndermiş olayım. Aklımızdalar, unutmuyoruz.