"Gerçekte kimseyle bir sorunum yok. Ama sürekli herkesle sorunum varmış gibi bir hisle yaşıyorum."
Tetikleyici içerik uyarısı: Aile içi şiddet, darp
Giriş
Sizi bilmem, ama ben yapı olarak biraz korkak bir insanım. Bunun nedeni kısmen sert, asabi abiler ve aşırı iktidar takıntılı, zorba bir babayla büyümüş olmam olabilir. Ailemde erkeklik küfür etmek, kavga etmek, bıçak çekmek, araba sürmek gibi tuhaf eylemlerle ilişkiliydi. Benimse bu sayılanlara pek ilgim yoktu. Erkekliğin o kadar da mühim bir şey olmadığını, kadın olan ablalarımın ve annemin de gayet güzel yaşayabileceklerini, ama bunun için erkeklerden biraz fırsat kalması gerektiğini erken yaşlarda fark edebilmiştim.
Haksızlıklar ve şiddet her gün karşılaştığım olağan şeylerdi. Belki tam da bu yüzden çocukluk yıllarımda bana bir bela bulaşmıştı: “Ya beni döverlerse! korkusu”. Sonuçta babam içki içip tüm aileyi sıradan geçiren biriydi. Abilerim ablalarımı yolda erkeklerle görürse dövüyor ya da en azından dövmekle tehdit ediyordu. Yolda yürürken, tipinden hoşlanılmadığı için dayak yiyen insanları görüyordum. Benim onlardan ne eksiğim vardı? Eksiği bırakın fazlam bile olabilirdi. Ailemin erkeklerden beklediği davranışları yerine getirmiyor, insanlara karşı nazik, güler yüzlü ve anlayışlı olmayı seviyordum. O halde her an birilerinin çıkıp beni dövmesi her şeyden daha mümkündü.
İşin acıklı yanı, bu dayak korkusu sadece çocukluğumu ve 18-22 yaş arası tecrübe ettiğim üniversite hayatımı değil, sonrasındaki tüm ihtisasımı ve hatta profesyonel yaşamımı da ele geçirecekti. Üstelik profesyonel yaşamım dediğim, okumuş-görmüş geçirmiş insanlardan oluşan, entelektüel seviyesi yüksek kabul edilen akademisyenlikti. “Akademide böyle korkak olmak nasıl bir şey ya?” diye soracak olursanız, aşağıda cevabı bulacağınızı umut ediyorum.
Lisans
2000 yılı sonbaharında Gazi Üniversitesine kayıt yaptırarak bir üniversite öğrencisi olduğumda, çocukluğumdan beri hayalini kurduğum bilim insanlığına giden yolun ilk ve en büyük basamağını atmış saymıştım kendimi. [Bu yolun bilgi, saygı ve yetkinlikle ilgili zorlukların yanında öngörülmesi saçma, yaşaması absürt sosyal çıkmazlar içereceğini de bilmiyordum henüz.] O zaman cinsel yönelimini tamamen içinde tutan, erkekliğin dikenli yollarında bedenini ve kimliğini anlamaya çalışan kafası karışık bir gençtim. Kendimi eşcinsel olarak tanımlamıyordum. Bu kimliği sahiplenmek için 2003 yılını beklemem gerekecekti (cis- ön ekini kullanmaya başlamam içinse yaklaşık 15 yıl daha vardı). Çünkü o yılın Mart ayında, okuduğum şehirdeki (Ankara’da) en büyük LGBTİ+ oluşumuna (Kaos GL’ye) ilk kez gidecek ve kabuğumu kıracaktım. Bu, kendimi bulma ve benzerlerimle mutlu olabilme ihtimalimi ilk kez tadacağım benzersiz bir yıl olacaktı.
Ancak hemen belirtmem gereken bir gerçek vardı ki ben şehrin ‘faşizmiyle ünlü’ okulunda okuyordum. Hem de görece rahat olan Mühendislik ya da Tıp Fakültesi’nde değil, kurt resimleriyle donatılmış bir kantini olan Fen-Edebiyat Fakültesi’ndeydim. Dolayısıyla okula ilk geldiğim yıllarda metal müzik dinlediğim, keçi sakal bıraktığım, oruç tutmadığım, Cuma’ya gitmediğim için belaya girmeye müsait başım, 2003 yılında yükselen farkındalığımla çok önemli bir “gerekçe” ile daha da büyük bir tehlike altına girmişti: Eşcinsel olmak. Neyse ki bu listenin uzaması kaygı seviyemin doğrusal biçimde arttığı anlamına gelmiyordu. Çünkü yakın arkadaşlarım arasında güvende ve mutluydum. Şehir bana çok şey sunuyordu. Yani kampüs dışında büyük oranda kendim olabiliyor, bu arada okula da sağ salim gidip gelebiliyordum.
Aslında dışarıda kendim olmak dediğim de biraz efsaneydi. Çünkü Kocatepe Camii’nin avlusunda iki gey arkadaşımla oturduğumuz bir öğleden sonra yüzüme bir yumruk yemiştim. Yani beni gerçekten dövüyorlardı. Yine de okulun ağaları tarafından yapılan birkaç uyarı, sinsice sunulmuş birkaç tehdit ve çok yakın bir arkadaşın homofobik sevgili edinmesiyle attığı kazığa rağmen öğrenciliğimin iyi geçtiğini söyleyebilirim. Bölümümü başarıyla (hatta birincilikle) bitirdim. Artık, “bilim insanı” olma hayalime bir adım daha yakındım.
Yüksek Lisans-Doktora
Sonrasında yüksek lisans için ailemin yaşadığı şehre, Çukurova Üniversitesine döndüm. Buranın ortamı, Gazi Üniversitesine göre daha iyiydi. Ama burada da ailemin tüm üyelerinin olduğu şehirdeydim, bu beni geriyordu. Sonuçta abilerim aile üyelerinden birinin “top” olması durumunda onu öldüreceklerine dair birçok cümleyi rahat rahat savurmuşlardı daha önce. Derken doktora öğrenimim için devlet bursu ile Amerika Birleşik Devletlerine (ABD) gittim. İşte burada dayak yemek korkusu tamamen yok oldu. Aslında yok oldu yerine biçim değiştirdi desem daha doğru. Buradaki korku daha çok yalnız kalma, onaylanmama ve mezun edilememe gibi endişelerle bezendi. Danışman (cis-hetero erkek) hocamın cis-kadın eşine bir akşam yemeği sonrasında kolayca açılmış, danışmanımla sık sık davetlere gidiyor olmama rağmen kendisine bu konuda hiçbir imada bulunmamıştım. Öte yandan, laboratuvardaki arkadaşlarımı öyle ya da böyle cinsel yönelimimden haberdar ediyor, kimliğime sahip çıkıyordum. ABD’de (özellikle benim yaşadığım eyalette) şartlar hiç fena olmadığından politik bir mücadele için büyük bir itki duymuyordum.
Hayaller Gerçek, Gerçekler Acı
Derken bu macera da sona erdi ve artık mesleğimi yapmak üzere yurda döndüm. İstanbul, İzmir gibi şehirlerde taşra olarak adlandırılacak bir yerde, son derece muhafazakâr bir halkı olan bir “büyükşehir”de (kusura bakmayın korkumdan şehir ismi veremiyorum) göreve başlamamla beraber “ya döverlerse, kovarlarsa, alay ederlerse, linç ederlerse…” korkusu bu kez hiç çıkmayacakmışçasına enseme yapıştı.
2013 yılında göreve başladığımda, bölümde iki asistan dışında tüm ekip erkekti ve herkesin Türk ve Müslüman olduğu varsayılıyordu. Aksini ifade ettiğinizde ortamda derin bir sessizlik oluyor, anlayışlı cümlelerin ardında bu gerçeği bilmenin yarattığı gerilim net bir şekilde hissediliyordu. Aralarında ABD, İngiltere gibi yerlerde yükseköğrenim görmüş hocalar olmasına rağmen bu ortamlarda hükümet eleştirilmez, toplumun tabu gördüğü konular pek konuşulmazdı. Şehrin ortamı ve okuldaki durum beni yalnız bir hayatın beklediğine ikna etmişti; ama yine de kendimi çok baskı altında hissetmeden yaşayabiliyordum.
Saçmalıyorum
Derken 15 Temmuz olayı, üzerine ülkenin ve üniversitelerin durumu daha da kötüye gitti ve ben de artık kimliğimi neredeyse yok etme noktasına geldim. Öyle ki okulu geçtim, şehirdeki insanların dahi cinsel yönelimimi tahmin edip bundan rahatsızlık duyarak beni dövebileceklerine dair yersiz bir korku taşıyorum. Okulda bazı hocaların, açılmasam da beni anladıklarından ve gürleyen homofobilerinden ötürü benim her türlü işimi yokuşa süreceğinden endişeleniyorum. Öyle ki dekanımız beni, sırf fazla gülümseyip teşekkür ettiğim için beni okuldan atar mı diye bile korkabiliyorum. Üstelik böyle bir şeyin yasal olarak mümkün olmadığını bildiğim halde.
Şu anda 42 yaşındayım, bölümde ufak tefek pürüzlere rağmen verimli bir şekilde işleyen bir laboratuvarım var. Birçok öğrenciye ders anlattım; yirmiyi aşkın yüksek lisans öğrencisi, ona yakın doktora öğrencisi mezun ettim. TÜBİTAK projeleri bitirdim, doçent olabildim ve başka bölümlerden hocalarla ortak projeler yürütüyorum. Gerçekte kimseyle bir sorunum yok. Ama sürekli herkesle sorunum varmış gibi bir hisle yaşıyorum. Kendimi sahip olduğum şeylere layık görmüyor gibiyim. Ve tüm korkularımın temelinde hep reddedilen, dalga geçilen, iğrenç ve sapkınca bulunan cinsel yönelimim olduğunu biliyorum. En üzücü olan ise, içselleştirilmiş homofobimin kudretinden dolayı mı bilmem, biri çıkıp bir önceki cümledeki bu sıfatları saysa “hiç de öyle değil” diyecek cesareti gösteremem diye utanıyorum.
Çözülme
Bulunduğum üniversitede LGBTİ+ öğrenciler ne yapıyor, nasıl var oluyorlar hiç fikrim yok. Açık kimlikli öğrencilerle bir araya gelip bir sohbet edecek dahi cesaretim yok. LGBTİ+ araştırmacılar, bilim insanları, üniversite personelleri, onlar neredeler bilmiyorum bile. Hepimiz kendimizi okulda tek sanıp bu bölük pörçük halimizle sinmiş bir şekilde bekliyoruz herhalde?
Ne yapalım diye soruyorum bazen: İşimiz elimizden alınacak korkusuyla sahte hayatlar mı yaşayalım? OLMAZ. Göstermelik evlilikler mi yapalım? HAYIR! Yoksa cinsellik/cinsiyet konusundan uzak durmak adına insanlarla iletişimimizi derinleşemeyen sığ bir düzlemde mi tutalım? GENELDE OLAN BU.
Ama içimden en çok çıkan ses şu: Türkiye’de akademideki LGBTİ+’lara güvence verecek bir oluşum başlatalım! Kim yapar ki bunu? E ben yapayım, elimi taşın altına koyayım diyorum. Hemen bir korku sarıyor içimi.
ÜniKuir'in bi akademik çalışmalar koordinatörü ve hukuk danışmanı varmış, yazıyı hazırlarken öğrendim. Onlarla bir şeyler yapmak istiyorum. Çünkü kesin olan şu ki güvende hissetmeye ihtiyacım var. Birisi, sırf toplumsal cinsiyet normlarına uymuyoruz, onların istediği gibi konuşup yürümüyoruz, evlenmiyoruz ya da ulu orta cinsiyetçi şakalar yapmıyoruz diye bizi işimizden edemez, değil mi? Bunun böyle olmadığını görmeye ihtiyacım var.
İşimi çok seviyorum. Türkiye’de bilim yaparken karşılaşılan tüm sakilliklere rağmen bilimsel araştırmaya ve eğitime dâhil olmaya bayılıyorum. Kimliğimi tüm dünyaya duyurmak gibi bir arzum yok; ama onu gizlemek zorunda da olmak istemiyorum. Ve salt cinsel yönelimimden ötürü işimin elimden alınmayacağına, alınmaya çalışırlarsa bunun için hakkımı savunabileceğime ve bu hakkı savunurken bundan utanmadan, yalnızlaşmadan yapabileceğime dair bir inanç duymak istiyorum. Aslında içten içe hissediyorum da bunu. Sadece uygulamada biraz daha fazlasını görmem gerekiyor var sanırım.
Lütfen bunu yapabileceğimizi söyleyin bana.
Hepinize sabır, esenlik ve hoşgörü dolu günler dileirm.
Dayanışmayla.
---
ÜniKuir medya portalında yayınlanan köşe yazıları, yazarlarının sorumluluğundadır. Yazıların unikuir.org adresinde yayınlanmış olması, ÜniKuir’in metindeki görüşleri desteklediği anlamına gelmemektedir.
---
Çerez Politikası
Size en iyi hizmeti sunabilmek ve reklam çalışmalarında kullanmak amacıyla sayfamızda çerezlerden faydalanıyoruz. Sayfamızı kullanmaya devam ederek çerez kullanımına izin vermiş oluyorsunuz. Çerezler hakkında ayrıntılı bilgiye Çerez Politikamız'dan ulaşabilirsiniz.